İstanbul
16 Nisan, 2025, Çarşamba
  • DOLAR
    38.01
  • EURO
    41.94
  • ALTIN
    3706.9
  • BIST
    9.38
  • BTC
    76748.460$

Sevim Belli Ruhi Su'yu anlatıyor...

25 Şubat 2025, Salı 16:25
Sevim Belli Ruhi Su'yu anlatıyor...

  

          2013'te dünyaca ünlü şairimiz, "memleket sevgisinin ve hasretinin" anıt adı, sosyalist dünya görüşünün ödünsüz savunucusu Nâzım Hikmet'in 60. ölüm yıldönümünde Moskova'daki mezarı başında yapılacak anma törenine şair arkadaşım Ahmet Özer'ın kolaylaştırıcılığında 22 kişilik bir grupla gitmeye karar verdik. "Elim boş  gitmeyeyim" diye, Nâzım'ın dostlarına, arkadaşlarına, sevenlerine mektuplar yazdırdım. Bu el yazısı mektupları götürüp mezarı başında okuduktan sonra Nâzım'ın üvey kızı Anna Tulyakova aracılığıyla Nâzım Hikmet Müzesi'ne ulaştırdım. O mektuplar bir yıl sonra Nâzım 'Sen Gittin Gideli' adlı bir kitabımda toplandı. Çok da ilgi gördü. (Aynı yöntemle oluşturduğum Nâzım Sen Gittin Gideli-2 kitabım da Nâzım'ın 60. ölüm yıldönümüne özgülenmiş, şu sıralar satışta) 
      Nâzım için yaptığım bu benzersiz projeyi  öğretmen arkadaşım Nabi Belekoğlu, Ruhi Su için de uygulamamızı önerdi. O yıl (2016) Ruhi Su'nun ölümünün 30. yılıydı. Ruhi Su ile yol yürümüş, maphus damlarında yatmış dostlarını, sevenlerini bulup mektuplar yazdırmaya başladım: Veda Türkali ve Sevim Belli, can dostum Dr. Sadreddin Apaydın ile ziyaret ettiğim, mektup istediğim yoldaşlarıydı Ruhi Su'nun. Mektup alamadım ama, uzun uzun konuşturup notlar aldım, sesler aldım. İşte aşağıda okuyacağınız satırlar, o gayretimin önceki gün 100 yaşındayken aramızdan ayrılan Sevim Belli'yi ziyaretimizin kitaba yansıyan notları...
       (...)
       Ve sizin, aramızdan ayrılışınızdan tam da iki yıl önce Aralık 1983’te, Bilim ve Sanat dergisinde yayımlanan sözlerinizi duyuyoruz  her 1 Mayıs’ta  sizin de aralarında bulunduğunuz binlerin, yüzbinlerin doldurduğu Taksim Meydanı’nda: 
         “Yöresellikten ulusallığa, ulusallıktan evrenselliğe, evrensel bir kültür düzeyine, ancak bağnazlıklardan kurtulabildiğimiz ölçüde geçebiliriz sanırım. Sanatımdaki başarıyı, gördüğüm eğitime, halkla olan bağlantıma, seste gereksiz süslemelere başvurmadan uygarca söyleyişime ve söylerken sevgi içinde oluşuma borçluyum.”
          “Sevgi içinde”, “sevgi içinde oluşuma”, “söylerken sevgi içinde oluşuma” ve “söylerken sevgi içinde oluşuma borçluyum” sözcüklerini beynimde dolaştıra dolaştıra vardım Kadıköy Sahray-ı Cedit’e yakın oturan Sevim Belli’nin evine. Tabii Dr. Apaydın ile birlikte.  Sevim Belli, bir kiraz dalı gibi, ince, kırılgan… Yine de yaşamını bilenler için bir direnç abidesi… Ama “tereddütlü”; özellikle siyasal değerlendirmeler yaparken, anılara değinirken… Ancak, “bir dağ ne kadar ulu olsa, bir kenarı yol olur” anlayışım burada da işe yarıyor: Karadenizlilikten girip,  Tıp Fakültesi’nde arkadaşları arasında “Lordlar Kamarası” diye anılmasına, ezbere şiir bilmemesini “şiir senin zayıf yanındır” diye eleştiren Mihri Belli’ye getirince sözü, güzel güzel anlatıyor eski günleri. 
           “1949 yılı Haziran döneminde Tıp Fakültesi’ni bitirip  kulak rahatsızlığımdan dolayı ameliyat da geçirdikten sonra,  ihtisasa, yani uzmanlık eğitimine başladım. Annem rahat bırakmadı. İlle kızını Avrupalara yollayacaktı. Ben ise insan uzmanlık eğitimini ülkesinde yapmalı diye düşünürdüm hep. Ama, özetle söylersem, ‘Parti’nin daveti üzerine Paris’e gitmem gerekti. Paris üzerinden New York’a gitmem, orada kulaklarımdan ameliyat olduktan sonra uzmanlık için Paris’e dönmem kararlaştırılmıştı. Mayıs 1950’de gemi ile Marsilya’ya, oradan trenle Lyon’a, oradan da  bir otobüsle takuş tukuş Paris’e varıyorum. Ameliyat için New York’a gidip oradan Londra üzerinden Paris’e dönüşümü kısa geçiyorum. Paris’te hem eğitim gördüm, hem de Parti’de çalıştım. 1951 yılı Barış İçin III. Dünya Gençlik Festivali yılıydı ve Berlin’de yapılacaktı. ‘Hayatımın en mutlu 15 gününü Berlin’de yaşadım.’ Nâzım Hikmet festivalin sadece baş konuğu değil en renkli kişisiydi de. Ayağı yere değmiyordu demek geliyor içimden, gerçektir. Her gittiği yerde eller omuzlar üzerinde taşınıyordu. Herkesin sevgilisi idi. Nâzım’la gerek festival konukları olarak, gerekse parti grubu olarak 2-3 kez bir araya geldik. Nâzım, Paris’te bir demokratik cephe örgütü oluşturmamızı, buna ağırlık vermemizi önermişti. Sonra, içimizden birini Türkiye’ye göndermek istemişti. ‘Tamam ben giderim’ dedim, görevi üstlendim. Ayrıca Nâzım, İsviçre bankasındaki bir miktar parasını almamı ve Türkiye’de ‘ne yapıp yapıp Münevver’e yollanmasını’ istedi. Bana noterden vekâlet de verdi. Ancak Cenevre’deki banka şubesi güçlük çıkardı, parayı alamadım. Nâzım beni Zeki Baştımar’a göndermişti. Baştımar’ı Abdülkadir (Vedat Türkali)’in yardımıyla buldum. Bilgileri, talimatları aktardım.  Ama Baştımar’ın tedbirsiz davranması nedeniyle peşindeki ‘takip memuru’nun raporlarına ‘kesik saçlı bayan’ rumuzuyla geçtim.  Fransa’ya döneceğim, Baştımar bana, yanımda götürmek üzere epey yüklü bir kitap paketi sağladı. Referans kitapları. İnkılap tarihine varana dek her şey vardı. Ayrıca koca bir kutu plak almıştım kendisinden, türküler, şarkılar vb. Türkçe radyo yayını hazırlığı olarak. Bir de parti neşriyatı var. ZB bunu götürmemi istiyordu. İtiraz ettim. ‘Sıkışırsanız atarsınız!’ Bir de kardeşim var benimle. 15 yaşında. Eğitime götürüyorum. Uzatmayalım.  26 Ekim l951’de Galata gümrüğüne giriyorum. Gemi 12.00’de kalkacak.  Memurlar bavullarımı arıyor, bir şey bulamıyor; neşriyat belime sarılmış. Emniyet aranıyor “getirin” emri alınıyor. Bir taksiye bindiriliyorum, giderken “neşriyat”tan kurtuluyorum. Sirkeci’deki Sansaryan Han’a götürülüyorum. 1. Şube’nin kapısı kapandığında yaşamımın bir bölümünün kapandığını anlıyorum. Ondan sonra kendi ülkemde ‘toplumdışı’ bir insan olarak yaşamak zorunda kalacağım.  Taksi’de  polislere göstermeden terk ettiğim neşriyat taksi şoförü tarafından bulunuyor ve polise getiriliyor. 1947’den beri bir hayli olgunlaştırılmış TKP dosyasının açılma zamanı gelmiştir;  düğmeye basılıyor. Gözaltılar başlıyor. Ben siyaseti sadece Paris gibi bir yerde yaptım; sorgumda örgütsel faaliyetimin olmadığını, İstanbul’un malı olmadığımı, Paris’te İleri Jön Türklerin genellikle ne kadar etkili ve kalabalık olduklarını anlatıyorum. Kısaca övünüyorum. Gözaltına alınan erkekleri bir iki hafta sonra Sultanahmet Cezaevi’ne götürüyorlar. Beni hep Emniyet’te tutuyorlar.  Tahkikat askeri savcılığa geçirildi, bir kararname ile bulunduğumuz bölümler Ankara Garnizon Komutanlığı 3 No’lu Askeri Tutukevi ‘ihdas’ edildi. Böylece 1951-53 TKP davasının tüm sanıkları, ‘tahkikatın selameti’ bakımından aylar ve yıllarca Sansaryan Han’ın 6. katında, her an işkenceye hazır durumda ve tecritte tutulabildiler. Hazırlık tahkikatı ve ilk tahkikat uzadı da uzadı. Bu arada DP Hükümeti  TCK  141. Ve 142. Maddelerin öngördüğü cezaları arttıran bir yasa değişikliği yaptı.  Beni 26 Ekim 1951’den 1953 yazına kadar Sansaryan Han’da tuttular. O tarihte Harbiye Askeri Cezaevi’ndeki TKP sanığı olan kadınların koğuşuna gönderdiler.  Sıdıka Umut (Su) da oradaki 8 kişiden biriydi. Ötekiler Mübeccel Kıray, Sevinç Tanık (Özgüner), Nuran Bozer (Akşit), Nuran Ertan (Akşar), Güler Ördemir, Muzaffer Eren ve Melahat Türksal idi.”
      Belki Sevim Belli, Boşuna mı Çiğnedik anılar kitabında uzun uzun  ve ayrıntılarıyla aktardığı süreci bu ilk tanışmamızda içten, sevimli sevimli  anlatacaktı bize bıraksak… Ancak, benim ivecenliğim üzerimdeydi. Dedim:  “Siz Sansaryan Han’dan Harbiye Cezaevi’ne gelişi ‘bir tahliye, bir yatılı okul anısı gibi neşeyle anımsarsınız.’ ‘En güzel  zamanlar, özellikle akşamları, yemekten sonra hep birlikte türkü söylediğiniz yahut birlikte eğlendiğiniz saatlerdi.’ Biraz anlatır mısınız bize  o saatleri?”
       “Çoğu Ruhi Su’nun derlediği ve okuduğu türkülerdi söylediklerimiz. Hâlâ o zaman öğrendiğim türkü ve marşlarla idare ederim. Bir kere dilim sürçmüş türkü yerine şarkı demiştim de terslenmişti Sıdıka Umut. ‘Sevim Tarı, kaç kere söyledik!’ demişti. Ben yeniydim oysa, böyle hassas bir konu olduğunu bilmiyordum. Ruhi Su çok kızarmış şarkı denmesine. Biri Türk’den gelir türkî, öteki de şark’dan, şarkî olup sonra şarkı’ya dönmüştür herhalde. Müzik türü olarak elbette farklılar, bunu bilmez değilim. Ama o zamanın anlayışında ve Sıdıka’nın eleştirisinde bir şarkıyı horlama türküyü yüceltme vardı. Biri sanattı öteki sanat değildi sanki. Aşırıydı. Bence yanlıştı.”
         Tabii, kısa zaman dilimine programlanmış, ancak söz sözü açınca üç saate ulaşmış “tanışma ve danışma” buluşmamızda sevgili Sevim Belli’ye  sizin  ister  türküler olsun ister şarkılar, Batı tekniğinden, çok seslilikten yana olduğunuzu anlatamazdım.  

          (...)

Kaynak: Ruhi Su 'Sen Gittin Gideli' , (Haz: Alâettin Bahçekapılı-Nabi Belekoğlu), BRT Yay., İstanbul 2016, s:121-124

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.