SEZAİ SARIOĞLU Biyografisi

Sezai Sarıoğlu kimdir?
11 Mart 1950'de Ünye'de doğdu, öğretmen, yazar, şair, sosyalist eylemci ve politikacı.
Sezai Sarıoğlu, 1950 yılında Ordu/Ünye'de doğdu. 1979 yılına kadar öğretmenlik yaptı. Politik faaliyetleri nedeniyle 12 Eylül Darbesi sonucu tutuklandı. 1983-88 yılları arasında çeşitli cezaevlerinde tutuklu olarak yaşadı. Yeni Öncü dergisinin yayın kurulundan sonra, Özgür Gündem gazetesinde çalıştı. Pencere Yayınları'ndan "Terspektifler" isimli denemeleri, Çiviyazıları'ndan "Doğusu-Batısı Olmayan Sözcükler" isimli ÇGH ve Musa Anter Ödülü alan söyleşi denemeleri yayımlandı. "Sonbahar", "Ludingirra" gibi dergilerde şiir üzerine yazıları ve şiirleri yayımlandı. Bir ara Öküz dergisinde "Şehir aşkiyasi" isimli yazılar yazdı. Söz ve V Özgürlük dergilerinde çalıştı. Yurt içinde ve değişik Avrupa ülkelerinde "Annemin Şarkı Sandığı", "Nehir Muhabbetler" isimli anlatı-dinletiler yaptı.
Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) kurucularından biri olan Sarıoğlu Parti Meclisi üyeliği de yapmıştır.
Kitapları
-
Doğusu Batısı Olmayan Sözcükler
-
Hapishaneden Mektuplar
-
Hapishaneden Şiirler
-
Hapishaneden Şiirler - Yedi Mavi Renk
-
Nar Taneleri - Gayriresmî Portreler
-
Aşk Dediğin Haram Olur
-
Bülent Uluer Anlatıyor: Çerkesim, Türküm, Kürdüm, Sosyalistim ISBN 9786054878512
-
Kurutma Kağıdı
Ödülleri
-
Behçet Aysan Şiir Ödülü (2017)
-
SEZAİ SARIOĞLU'NUN VEFA VE KALEM İNCELİĞİ ÖDEVİ
DOKSAN YAŞINA GİREN "NEBOŞ" PORTRESİ
Aydın Kaşkal çizimiyle Neboş...
Hem “geçmiş” hem de onun gölgesi “hatıralar”, zamanını doldurmuş yüksek siyaset erbabının ve bazı akademisyenlerin “oyalanma aracı” olarak işlev görüyor. Bu kadarla kalsa iyi, “hatıra naklinin”, siyaset yapmak olarak yürürlükte olduğu zorun sıratında günlerdeyiz. Geçmişten ders çıkarmak ve muhasebesini yapmak yerine, “Devrimden vergi kaçırmak!”, “Cevapları sorulardan”, “geçmişi, şimdiden ve gelecekten kaçırmak günümüzün geçerli marifeti! Bazen geçmiş geleceğin, bazen de gelecek geçmişin sularında ve sırlarında boğuluyor. Bazı cevaplarımız ölse bazıları yaralansa da, geçmişi ve geleceği mülk edinen bazı tabubaz’lar sol salim yollarına devam ediyor. Lakin, hâlâ sorulara söz hakkı olmayan bir iklimindeyiz. Şimdiki zaman, tarihin ve siyasetin yetimi, teorinin ve pratiğin öksüzü olmaktan henüz yakasını kurtaramadı. Her şeye rağmen, bazı insanlar ve bazı hatıralar bana nerede olduğumu söylemekle kalmıyor, bilincimin yere düşmemesini de sağlıyor. Geçmiş demişken... Âh o çok sevdiğimiz kırmızı doğrularımız ve kırmızı yanlışlıklarımız! Âh o, suyun kaldırma kuvvetini bildiğimiz ama kandırma kuvvetini bilmediğimiz yıllar. Doğruya doğru; gözü ve sözü kara çocuklardık... “Gelecekte ne var?” diye bakmazdık; çünkü bilirdik. Masalları ve annelerimizi uyutup evden sokaklara kaçarak Devrim’e yatıya giderdik. Teorisi bol olsun, işin kolayına kaçarak özetin özeti olarak okunan, gerçekte zahmetli biri olan “rahmetli” Marx, mührünü miras olarak bizim siyasete bıraktığı için, Devrim bizden sorulurdu; başka siyasetler gölge etmesin yeterdi! Uçar koşar, uçar kaçar aşkıyalardık. Başımızı güzel belâlara sokan kalın kitapları koşarken gözucuyla okur, çıkmaz sokakta oturan komşu siyaseti “sol içi münazaralarda” mat etmek için alıntılar, dipnotlar, sayfa numaraları ezberlerdik... Her şey biz koşarken olurdu, gönül ucuyla bakarak, koşarken âşık olurduk. İçimizden âşık olurduk da dışımız bilmezdi; alıntı bakışlı, devrim bakışlı kızlar bilmezdi. O zamanlar “uzak” diye bir şey yoktu. Garantili “gelecek” hemen yanıbaşımızda, yakınımızdaydı. “Otuz kuş” Simurg’un kanatlarına binip yedi vadiyi aşmaya ne gerek, geleceği elimizle koymuş gibi bulurduk. “Geleceği bilmekten başka suçumuz yoktu!” Birbirimize öyle yakındık ve iç içeydik ki, dışarıdan bakan bizi tek kişi zannederdi... Henüz sokaklardan, kitaplardan, devrimden, birbirimizden, kadrolardan, önderlerden ve kitlelerden zarar etmediğimiz, birbirimizin elinde ve evinde büyüdüğümüz yıllardı... Dostoyevski’nin, büyük Rus edebiyatı için söylediği; “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” cümlesinin izini sürerek devam edeyim. Tabu ve tabu karşıtı bir dille zuhur eden Kurtuluş, THKP-C’nin paltosundan, biz de Çörtük İsmet’in paltosundan çıkmıştık. Samsun’da Kurtuluş’un öğretmen hareketi içinde, “müfettişler” özel ve özgün bir odaktı. Nebahat-Abdullah Akın, Ulviye-Recep Cüre, Reyhan-Ali Fidan, Nurhan-Rıza Akyüz, Aysel-Hüseyin İlbey vb... Okuduğumuz kadarıyla “geçmişi” kitaplardan bilirdik ama esas geçmiş onlardı. Geçmiş deyince, bizden on-on beş yaş büyük olanlar gelirdi aklımıza. Aramızdaki yaş farkı kapanmayacak gibi gelirdi bize. Teorinin geçmişi ile pek ilgilenmezdik, pratiğin geçmişini ise onlar temsil ederdi. 12 Eylül’ün yanında 12 Mart’ın dünkü çocuk olduğunu henüz bilmiyorduk. Onlar 12 Mart’ı bilirlerdi, biz onların yanında gerçekten dünkü çocuktuk, dünkü şiirdik. Bütün bildiklerimizi toplasak onların bir cümlesi etmezdi. Bizden bir sonraki kuşak ise henüz kısa pantolonlarını yeni terketmişti. Şiirden çok, ajitasyon ve propagandaydık. Tarih şeridinden çok, mevsim şeridinde günlerden biriydik. Onlar sanki çok yaşlı birer ermişti de biz nasiplenmeye çalışırdık. Sanki Devrim’i görmüş yaşamışlardı da gördüklerini, akılda tuttuklarını anlatırlar, biz de can kulağıyla dinlerdik. Göremediklerini tahmin edip kitaplarda yerini bulmaya çalışırdık. Bir zaman sonra ise işler düşler değişmiş, sanki biz devrimin bilirkişisi olup onlara anlatmaya başlamıştık. İşte o yıllarda, 1976’larda tanıdım AKINgilleri ve AKINgillerden Nebahat Akın’ı. Önce seslerinden tanıdım onları, çünkü bu aile başka şeylerin yanı sıra “ses”tir. Abdullah Akın, bas bariton bir sesti sanki. Sakin bir bariton. Bu ailede ses önemli... Sessizlik de bir o kadar önemli. Karadeniz Dev-Gençli Petek, duru bir genç kızdı... Kırılgan... Sanki sesli harfleri kullanmadan sessiz konuşurdu. Korkut, Eskişehir’de sinema okurdu, ve ancak beş dakika aralarda memlekete geldiğinde görürdüm. Korkut’un sesi de babasına çekmiştir, bariton... Neboş, ailedeki tüm seslerin alaşımı, kızdığı zaman bas bariton, küstüğü zaman tiz titiz tenor; normalde ise insana huzur veren bir mırıltı... (Yıllar sonra, 1983 yazında biz yarıçıplak Metris’ten yaka-paça, don gömlek Selimiye kışlasına mahkemeye getirildiğimizde, diyalektik rastlantı gereği o gün bir evrak takibi için orada olan Abdullah Abi’yi sesinden tanımıştım...) O zamanlar evler, “emlak” değil “yuva” idi. Her evde içtenliğimizi yaşayacağımız bir köşe bulurduk. Akıntıya karşı yürek çeken biz asi ve aksi çocuklar birer “komünar”, evlerimiz ise birer “komün” idi. Onların evine gitmeye nedense çekinirdik. , Nedenini bilmezdik ama çekinirdik. Hatta, korkardık! Hem çekinir hem sevinir hem de korkardık! Duymasın ama İsmet Abi bile korkardı! Devletten korkmazdık ama annelerimizden babalarımızdan korktuğumuz zamanlardı! Babası görmesin diye pankartın arkasına saklanan arkadaşlarımız vardı! “Korku” dedimse, sevgiyle sarmalanmış içinde lirik bir hürmet olan gül ve karanfil kokan bir “korku”ydu bu. Cemal Süreya gibi söylersek, “Sevmek ne uzun kelime” idi, git git bitmezdi. Devrime ve birbirimize olan sevginin ve aşkın bitmezliği üzerine yazılı olmayan bir gizli sözleşmemiz vardı sanki. Onlara gidip yemeğe kaldığımız zamanlarda karnımız bir türlü doymazdı. Fahrettin Çuğu ve Fehmi Uzal hariç, “Biraz daha alabilir miyim!” demek ne mümkün! Fahrettin ile Fehmi, yemeğe tersinden yani sondan başladıkları için Neboş’un aklı karışır, hangi yemekten verdiğini unutur böylece fırsattan istifade bu ikilinin karınları doyardı... Tuvalete zaten gidemezdik! Necmi “cüretkar” olduğu için bu değerlendirmenin dışındadır... Giderken illaki çoraplarımızı değiştirirdik. Yedek çorap cabası... Yedek alıntılarımız bile olurdu o zamanlar... Evlerinde yattığımı hatırlamıyorum, yatsaydım muhtemelen yatağın kenarına ilişerek uyumadan sabahlardım. “Mit kolektif rüyadır, rüya kişisel mittir” cümlesinden el alarak söylersem, kolektif rüya gördüğümüz günlerdi... Karadeniz Kadınlar Derneği’nin “yaşlı” ekibinden Neboş’u içimizden severdik ama dışımıza da ona da söyleyemezdik. O da içinden severdi bizi, “şımarmayalım” diye dışa vurup dile getirmezdi. Zaten yeterince “devrim şımarığı” çocuklardık. Bu kadar şımarıklık zarardı, ama bunun maddeye ve manâya zarar olduğunu bazen bilir bazen bilmezdik. Onun da bizi sevdiğini tahmin ederdik. O kuşak içinde en çok “tahmin” yürüttüklerimizden biri Neboş’tu, on çok onunla ilgili tahminlerde bulunur, karşılaştırmalar yapar, faydalar bahsinde, payları, paydaları eşitlemeye çalışır bazen bahsi yükseltirdik. 12 EYLÜL, YENİLGİNİN VE HÜZNÜN ÖZGÜL AĞIRLIĞI Sonra 12 Eylül 1980 sabahı uyandık ki her yer tenha. Ben diyeyim ilk tahlilde siz deyin son/sol tahlilde birbirimizi kaybettik. Sadece birbirimizi mi? Kendimizin anahtarlarını da kaybettik. “Hangi dosta gitsem evde yoklar” devri başlayınca şaşırdık. Başımıza devrim yerine devlet düşünce, bir gün önce devrime koşan bazı arkadaşlarımız koşarak bazıları adım adım devlete ve kapitalizme ve hatta milliyetçiliğe önce geçici sonra da kesin kayıt yaptırınca çok ama çok kırıldık.... Meteliğe devrim attığımız dönemlerde, örgütü aradığımız günlerde, devrim harçlığı ne kelime, Abdullah Akın ve Recep Cüre’nin, kuruşu kuruşuna bağışladıkları emekli ikramiyelerinden “devrim değerinde” parayla aylarca idare ettiğimizi inkar edersek tarih çarpar. Devrimci Kızılay’ımız, Levazım Kolu Başkanı Ahmet Nayır’ı unutursak nasıl yüüzne bakarız geçmişimizin... İki, üç daha fazla devrim yapsak bile borçlarımızı ödeyemeyeceğimiz değerlerimizdir onlar. Şimdilerde sevgimizi sunarak, şiirler ve şarkılar okuyarak ödemeye çalışıyoruz borçlarımızı... Onların isimleri cümle içinde geçince başka ne gelir elimizden; ölenleri ve kalanları hatırladıkça, “ilk gözyaşının tarihini bulmak ve altını çizmek” gelir... O hatırlar mı bilmem ama yazmazsam, hatırlı hatıraların kalbi kırılır. 12 Eylül sonrasının ilk ayları, tozun-dumanın, teori ve pratiğin bir birine karıştığı günlerde Neboş ile Samsun’da, Modern Pazar’ın oralarda bulvarda birden gözgöze gelmiştik. Birbirimizin ellerini bıraktığımız günlerdi. Hatta insanlar, “örgütlü” zannederler diye korkudan kendi ellerini bile tutmuyorlardı! İkimiz de bir an ne yapacağımızı şaşırdık, siyasetin şartları gereği görmezlikten gelip geçip gitmemiz gerekiyordu. Ama başaramadık, öyle ya bir daha karşılaşamamak ve hatta ölmek vardı. Birden elimi tuttu ve birkaç dakika bırakmadı... Ne ses, ne söz; sadece ellerimiz... O gün bu gün biz ellerimizi hiç ama hiç bırakmadık. Benim için Neboş, geçmişle şimdinin, şimdi ile geleceğin ve hepsinin el sıkıştığı o eldir... Can Yücel’in; “Ne kadar çok elimiz varmış meğer!/ İlkin, senin elinle tutuşan benimki/ Sonra çocuklarınki/ Gençlerinki/ Tekel İşçilerininki/ Sonra, ellerin elleri.../ Ne kadar çok elimiz oldu, baksana,/ Tutuşa tutuşa/ Bir orman yangını gibi” dediği el, eller, ellerimiz... Felsefenin kaybettiği toprakları geri almaya çalıştığından söz edilir. Kaybettiğimiz düşleri, sokakları geri almak uzak bir ihtimal olsa da hep aklımızdadır... Neboş bize, kaybettiğimiz düşleri hatırlatmakla kalmaz, geleceği de işaret eder. Bazen bir şiirle, bazen bir cümleyle işaret eder, ama illa ki eder... Onun bize bahşettiği en önemli şeylerden birini, “Birbirimizin anahtarlarını kaybettik!” cümlesi üzerinden dillendirmek isterim. Ben diyeyim kırk yıl önce siz deyin 12 Eylül 1980 sonrasında, birbirimizin ve hatta kendimizin anahtarlarını kaybettiğimiz ayan beyan ortada. Neboş’un varlığı bize, kaybettiğimiz anahtarların yerini işaret etmekle kalmaz, bulamayacak kadar birbirimizden uzaklaşmadığımız da söyler...
Gizli yetenektir Neboş... İçinde ne hikâyeler ne şiirler vardır ama çok azı günışığına çıkmıştır. Üstü başı şiirdir onun, ama şiiri üstüne başına ve diline yakıştırması ayrı bir özelliğidir. Çoğu zaman ezberden okur şiirlerdeki duyguyu dinleyenlere geçirerek bir atmosfer yaratmak ona özgüdür. Duygu sesi güçlüdür... Biyolojik yaşı 90 olması sizi yanıltmasın, süt şiirleri çıkan kaç çok az dünyalıdan biridir. Doğaçlama özelliğini unutmamak gerek... Doğaçlama yazar şiirlerini ve yazılarını, okuru hemen içine alır ve ele geçirir. İlk mektep öğretmeni olduğu kayıtlarla sabit, ama benim için Neboş “öğretmenden çok” bizim mahallenin bilirkişilerindendir. Çok eski zamanlarda, “Çocuklarla haşır neşir oldukları için ‘çocuklaştıkları’” için ilkmektep öğretmenlerinin şahitliği kabul edilmezmiş. Neboş, bu cümlenin tersidir, geçmişe, güne ve geleceğe dair yirmi dört ayar hayat bilgisi kıymetindeki tecrübelerinden süzülen şahitlikleri kıymetlidir ve kabulümüzdür. Biz kendimizi onda, onun sözlerinde de tecrübe eder, temize çekeriz.... Alameti farikalarından biri bize “abi” (elbette “abla”) demesidir. “Şenol Abi”, “Sezai Abi” vb. Sevdiklerine bahşettiği bu sihirli “abi” sözcüğü bizi pek çok anlam kapısından geçirebilir. Ece Ayhan’ın, “Bütün Türkiye, bütün, sanki yalnız bu sesle, ‘abiler’ sözcüğüyle anlatılabilirmiş gibime geliyor” dediği “abiler!” arkasında trajik bir hikâye olan bir “nida” bir “çığlık”tır. Neboş’un bize bahşettiği “abiler”, bir eşitlik beyanıdır; yaşı, tecrübesi ne olursa olsun, göz ve gönül hizasında eşitlenmenin şiiri ve sihri... Sözün burasında bir korsan koyup Mezopotamya’ya konalım: Oralarda bazı yerlerde, yaşlılar küçüklerin geleceğine, küçükler yaşlıların geçmişlerine saygı için aynı anda ellerini öperler... Biz onun elini ve dilini öperiz geçmişe saygı için o da bizim elimizi “öper” ve “abi” der geleceğe saygı için... O her ne kadar Vanlı ise de benim için o, “Nahrin”dir... Nahrin, Aramice’de Bethnahrin’den gelir ve Mezopotamya demektir. Ezcümle; Nahrin bir bilgedir Neboş... Yazının girişinde, “Bazı insanlar ve bazı hatıralar bana nerede olduğumu söylemekle kalmıyor, bilincimin yere düşmemesini de sağlıyor”, demiştim. Kıymetinden sual olunmaz Neboş’un tarihteki ve bizdeki yeri ve rolü budur. Dahası O, kalbimizin de nerede olduğunu bize hatırlatan bir masal... İçi olanları azınlıkta, dışlarından oluşanların kahir ekseriyet olduğu bir dünyada, kucakladığımızda içini hissettiklerimizdendir Neboş. Ömürilik... O, içimizi hatırlatır bize, içimizin olduğu geçmişimizi... Ahmet Büke, “Saçım dedi ki, beyaza gidiyorum. Gitti...” demişti. Biz hep ona gideriz, beyaza... O hep bize âşık görüşe gelir, kırmızı’ya...
4.03.2022-sosyal medya hesabından...